top of page

Aşkın Karanlık Başlangıcı – Eksiklikten Doğan Arzu


 


 

Aşk, çoğu zaman güzellikle, arzuyla, heyecanla ve bağlılıkla anılır. Oysa derinlemesine incelendiğinde, aşk dediğimiz şey, yalnızca sevgiye ya da mutluluğa değil, aynı zamanda eksiklik hissine, doyurulmamış arzuya ve içsel bir huzursuzluğa da dayanır. Bu, yüzeyde hoş gibi görünen bir duygunun temelinde, aslında kişisel bir gerilim bulunduğunu gösterir. Aşk, insanın iç dünyasındaki çatışmaları, arzuları ve eksiklikleri bir başkasında giderme umuduyla kurduğu bir bağdır.

 

İnsan neden âşık olur? Bu sorunun yanıtı çoğu zaman, romantik ideallerin ötesinde, psikolojik ve varoluşsal bir eksen üzerinde bulunur. Aşkta bizi hareket ettiren şey, çoğu zaman bilinçdışımızda taşıdığımız bir yetersizlik, bir tam olamama duygusudur. Bu duygu, kimi zaman anne-baba ilişkilerimizde oluşmuş kırılganlıkların, kimi zaman ise hayatın bize sunduğu onaylanmama ya da görülmeme deneyimlerinin bir sonucu olabilir. Aşk, bu nedenle sadece bir sevme eylemi değil; kendini tamamlama çabasıdır.

 

Birine âşık olduğumuzda, o kişide sadece onun kimliğini değil, aynı zamanda kendi ihtiyaçlarımızın bir yansımasını da görürüz. Aradığımız sadece bir insan değil; kendimizde eksik kalan bir parçadır. Bu yüzden âşık olduğumuz kişi, çoğu zaman bizim içsel çatışmalarımıza seslenir. Onun sahip olduğu güç, özgüven, neşe, sadelik ya da özgürlük gibi özellikler, bizde bastırılmış ya da eksik kalmış yönlere denk gelir. Aslında, sevdiğimiz kişide kendimizi ararız. Ve tam da bu nedenle, aşk aynı zamanda narsistik bir deneyimdir.

 

Ancak bu narsisizmin içinde, sadece kendini yüceltme arzusu değil; aynı zamanda derin bir kendilik yarası da saklıdır. Sevilme ihtiyacı, kabul edilme arzusu, onaylanma beklentisi… Tüm bunlar, aşkı besleyen ama aynı zamanda kırılganlaştıran unsurlardır. Kişi, sevilmediği veya reddedildiği anda yalnızca bir ilişkiden değil, aynı zamanda kendi değersizlik inancından da yara alır. Bu da aşkı, yalnızca bir bağlanma değil, aynı zamanda kırılgan bir yüzleşme hâline getirir.

 

Aşkın bu derin yapısında bir çelişki vardır. Kişi, bir yandan karşısındakini idealleştirir, onu tüm ihtiyaçlarının karşılığı olarak görürken; öte yandan bilinçdışı düzeyde, bu kişiye duyduğu arzunun kökeninde kendi içsel huzursuzluğunu fark eder. Bu nedenle aşk, sadece bir çekim değil; bir savunma biçimidir de. Kişi, içsel çatışmalarının ağırlığını hafifletmek için dışsal bir figüre yönelir. Sevdiği kişide kendini yeniden inşa eder. Ancak bu inşa süreci, çoğu zaman sahicilikten çok, beklentiyle örülüdür.

 

Aşk, bu haliyle, hem umut doludur hem de kırılgan. Kişi âşık olduğunda, kendini yeniden doğmuş gibi hissedebilir. Bir anlamda, başka bir insanın gözlerinde yeniden şekillenmek ister. Ama bu şekillenme arzusu, aynı zamanda derin bir bağımlılığı da beraberinde getirir. Kişi, kendisi olamadan, sadece sevildiği hâliyle var olmaya başlar. Ve bu, özdeğerin dışarıya teslim edildiği bir hâle dönüşebilir.

 

Aşk her zaman neşeli, huzurlu ya da saf bir duygudan doğmaz. Tam tersine, aşkın temelinde çoğu zaman ruhsal bir eksiklik, doyumsuzluk ve arayış yatar. Bu yönüyle aşk, hem bir kaçıştır hem de bir buluştur: Kendi benliğimizden kaçarken bir başkasında ona rastlama umududur.

 

 

İdealleştirme, Narsisizm ve Ego’nun Tuzakları

 

Aşkta, çoğu zaman karşıdaki kişiyi tüm gerçekliğiyle değil, içsel ihtiyaçlarımızın izdüşümüyle görürüz. Bu, yalnızca romantik beklentilerin değil; aynı zamanda narsisistik arzuların da bir yansımasıdır. Âşık olduğumuz kişi, çoğu zaman bizim içsel ideallerimize uyan bir karaktere büründürülür. Onun varlığı, bizim daha önce ulaşamadığımız bir duygunun, daha önce tanımadığımız bir güvenin ya da hiç yaşayamadığımız bir sevginin taşıyıcısı hâline gelir. Gerçekte kim olduğu, çoğu zaman bu hayalin gölgesinde silinir.

 

Aşkın bu safhasında kişi, ötekinin gerçekliğine değil, kendi arzusunun yansımasına tutunur. Aşkın nesnesi, artık bir insan değil; bizim özlem duyduğumuz tamamlanma hâlinin temsilcisidir. Onun bizi sevmesi, bizim sevilmeye değer olduğumuzu gösteren bir işaret gibi algılanır. Bu durumda aşk, karşılıklı bir bağ olmaktan çok, bireyin kendi kendisini yeniden kurduğu bir içsel senaryoya dönüşür.

 

Bu senaryoda egonun rolü büyüktür. Ego, kırılgan benliği korumak adına, sevilmeyi neredeyse varoluşsal bir ihtiyaç gibi konumlandırır. Bu yüzden aşkta yaşanan her mesafe, her belirsizlik ya da her kriz, sadece ilişkiye değil, benliğin öz değerine yönelik bir tehdit gibi algılanır. Sevilen kişinin uzaklaşması, reddetmesi ya da yeterince karşılık vermemesi, değersizlik hissini tetikler. Bu da aşkı, yoğun bir bağımlılıkla örülü bir alana çeker.

 

İdealleştirme, bu bağımlılığın başat aracıdır. Kişi, aşk nesnesini “kurtarıcı”, “tamamlayıcı”, “hayatın anlamını getiren” figür olarak yüceltir. Bu, kişisel eksikliklerin ve kırılganlıkların bilinçdışı bir telafisidir. Karşıdaki kişi, artık sadece bir sevgili değil; kişinin kendi içsel boşluğunu onaracağına inandığı bir yapıya dönüşür. Bu noktada ilişki, sahici olmaktan çok, bir yanılsamaya hizmet eder.

 

Ne var ki bu yanılsama sürdürülemez. Zamanla, aşk nesnesinin de bir insan olduğu, çelişkileri, zayıflıkları ve kendi ihtiyaçları olduğu fark edilir. Ve bu fark ediş, idealin çöküşüyle birlikte hayal kırıklığını da beraberinde getirir. Kişi, hayal ettiği gibi olmayan sevgiliye öfke duymaya başlar. Ancak bu öfke, genellikle karşıya yöneltilse de, aslında kendi içsel beklentilerinin kırılmasına duyulan bir tepkidir.

 

Bu noktada kişi, ya aşkı küçümseyerek geri çekilir ya da idealleştirmeyi sürdürebilmek için kendi ihtiyaçlarını bastırır. Her iki durumda da gerçek bağ sekteye uğrar. Gerçek bir sevgi, karşıdaki insanı olduğu gibi kabul etmeyi; idealleştirmeyi bırakmayı ve onun da bizim gibi eksikleri, zaafları olan bir varlık olduğunu görebilmeyi gerektirir. Ancak bu kabul, narsisistik arzuların geride bırakılmasını, egonun alanı terk etmesini ve sevginin daha olgun bir düzeye ulaşmasını ister.

 

Aşkın bu yüzü, özellikle erken dönem bağlanma deneyimleriyle de yakından ilişkilidir. Çocuklukta görülememiş, anlaşılmamış ya da koşulsuz sevilmemiş bireyler, bu eksikliği yetişkinlikte partnerlerinde telafi etmeye çalışabilirler. Bu da aşkın karşılıklı bir paylaşım olmaktan çıkıp, çocukluk yaralarının bastırılmış alanına dönüşmesine neden olur.

 

 

Aşkın Karşıt Duygularla Örülü Alanı

 

Aşkta sevilen kişiye duyulan yakınlık, çoğu zaman yalnızca şefkat ya da hayranlık duygularından ibaret değildir. Yakınlık arttıkça, insan yalnızca sevgi değil, kıskançlık, kırgınlık, öfke ve zaman zaman hoşnutsuzluk da hisseder. Aşkın bu yoğun duygusal örgüsü içinde, karşıt duygular bir arada yaşanır. Kimi zaman bir anın içinde hem sevmek hem öfkelenmek, hem bağlanmak hem uzaklaşma isteği belirir.

 

Bu duygusal ikilik, aşkın yalnızca idealize edilmiş bir deneyim değil, aynı zamanda çatışmalı ve karmaşık bir alan olduğunu gösterir. “İyi nefret edemeyen, iyi sevemez” (Reik)  ifadesi de buradan doğar. Sevgideki gerçeklik, yalnızca olumlu duyguların paylaşılmasında değil, olumsuz duygulara da yer açılabilmesindedir. Sevdiğimiz kişiye karşı zaman zaman öfke duymak ya da hayal kırıklığı yaşamak, sevginin yüzeysel olmadığını gösteren bir işarettir.

 

Bütün bu duyguların temelinde, aşkın benlik yapısında yarattığı kırılganlık etkisi bulunur. Sevilen kişiye yöneltilen beklentiler, sadece onun davranışlarıyla ilgili değil, aynı zamanda kişinin kendi öz değer algısıyla da ilgilidir. Sevilenin ilgisizliği ya da mesafesi, sadece dışsal bir uzaklaşma değil, kişinin kendi içsel değersizlik duygularını harekete geçiren bir tetikleyici hâline gelir. Bu da, duyguların yoğunlaşmasını, kontrolsüzleşmesini ve zaman zaman sevgiden nefrete doğru salınmasını mümkün kılar.

 

Aşkın getirdiği bu duygusal karmaşa, kişinin egosal bütünlüğünü tehdit eden bir duruma dönüşebilir. Kendisini, sevdiği kişinin gözünden tanımlamaya başlayan birey, onun ilgisini ve sevgisini kaybettiğinde sarsılır. Benliğin temsili dışsal bir figüre bağlandığında, o figürde yaşanan her değişim, kişinin iç dünyasında bir yıkıma yol açar. Bu yıkım, kimi zaman yetersizlik duygusuyla, kimi zaman da öfke ile karşılık bulur.

 

Kıskançlık, aşkın bu kırılgan doğasında sıkça belirir. Sadece başkalarının varlığıyla değil, sevilen kişinin kendine ait zamanlarıyla, ilgileriyle ya da başarılarıyla da tetiklenebilir. Kıskanılan şey, çoğu zaman kaybetme korkusunun ötesinde, sevilmeye duyulan mutlak ihtiyaçla ilgilidir. Bu ihtiyaç, çocuklukta yaşanan görülmeme, ihmal edilme ya da koşullu sevilme deneyimlerinin tekrar eden yankılarını barındırır. Böylece kıskançlık, yalnızca bir ilişkisel tepki değil, aynı zamanda geçmişin duygusal izlerinin bugünkü ilişkide canlanmasıdır.

 

Aynı şekilde, hoşnutsuzluk da aşkın iç dinamiklerinden biridir. Sevilen kişinin davranışları ya da kişiliğinin bazı yönleri, zamanla rahatsızlık verebilir. Ancak bu rahatsızlık çoğu zaman bastırılır. Çünkü sevgi ile çelişen duyguların kabulü zordur. Kişi, ya kendi hoşnutsuzluğunu inkâr eder ya da sevdiği kişiye yönelttiği sevgiyi sorgular. Oysa bu duygular bastırıldığında, ilişkide sahicilik yerini kırılgan ve gerilimli bir dengeye bırakır.

 

Tüm bu içsel gerilimler, aşkın kendiliğinden kolay ya da huzurlu bir duygu olmadığını; aksine kişinin benliğini dönüştüren, onu savunmalarından arındıran ve çıplaklaştıran bir alan olduğunu gösterir. Aşk, insanın kendisiyle, geçmişiyle, arzularıyla ve korkularıyla karşılaştığı bir duygusal geçittir. Bu geçitte karşılaşılan her duygu, aşkın bir parçası olarak kabul edildiğinde, yalnızca ilişkisel değil, aynı zamanda ruhsal bir yüzleşmeye de kapı aralanmış olur.

 

 Aşkın Dönüştürücü Alanı – Benliğe Sızan Tehlike

 

Aşk, yalnızca bağlanılan bir kişiyi değil; kişinin kendi kendisiyle kurduğu ilişkiyi de kökten etkileyen bir duygudur. Sevdiğimiz kişinin gözleriyle kendimizi görmeye başladığımızda, benliğimizin sınırları esner. Alıştığımız, tanıdık olan benlik kurgusu, bir başkasının bakışıyla şekil değiştirir. Aşkın en güçlü ve en ürkütücü yanı tam da budur: kişinin kendi iç dünyasına, şimdiye dek savunduğu her şeye nüfuz eder. Aşk, dışarıdan gelen bir tehdit değil, içeriden açılan bir kapıdır.

 

Kişi, sevdiği insanla birlikte yeni bir “kendilik” inşa eder. Bu inşa sürecinde, benliğin eski savunma biçimleri çözülür, tanıdık olan parçalanır ve yerini belirsizliğe bırakır. Bu belirsizlik, özgürleştirici olduğu kadar, ürkütücüdür de. Çünkü kişi artık kim olduğunu tam olarak bilemez. Eski benlik yapıları işlemez hâle gelirken, yeni olan henüz yerleşmemiştir. Sevgi, yalnızca haz veren bir yakınlık değil; kimlik katmanlarını çözen bir temastır.

 

Bu çözülme, çoğu zaman kişinin en derin korkularını harekete geçirir. Çünkü aşkın yoğunluğu, kişiyi kendi güçsüzlükleriyle baş başa bırakır. Sevdiğimiz kişinin karşısında olduğumuz gibi görünürken, aynı zamanda hiç olmadığı kadar savunmasız oluruz. Bu savunmasızlık, egonun kendini güvende hissettiği zemini sarsar. Aşkın en büyük tehlikesi, bir başkasının içimize yerleşmesidir. İçimizde yer eden bu kişi artık yalnızca biri değildir; aynı zamanda içsel bir yankı, benliğimizin içine sinmiş bir varlıktır.

 

Bu içe yerleşme, benliğin bütünlüğünü tehdit edebilir. Kişi, sevilenin ilgisine, sevgisine ve varlığına giderek daha çok bağlandıkça, kendi öz değer duygusu da ona bağımlı hâle gelir. Onunla birlikte olunduğunda var hissedilir, ondan uzaklaşıldığında eksik ve boş. Bu durum, aşkı sadece bir ilişki değil, benliğin sürekliliğini sağlayan bir kaynak gibi yaşatır. Ancak bu kaynak, dışsal bir figüre bağlandığı ölçüde kırılgandır.

 

Aşkın içselleştirilmiş hâli, yalnızca arzuyla değil, aynı zamanda kaygıyla da yoğruludur. Sevilenin yokluğu, kişinin içindeki boşluğu büyütür. O yokken ne yapılacağını bilmemek, nasıl hissedileceğini kestirememek, aşkın benliğe ne kadar sızdığının göstergesidir. Kimi zaman bu, kişinin kendine dair algısını öylesine sarar ki, kendini kendi gözünden değil, yalnızca o kişinin bakışından görebilir hâle gelir. Bu da aşkı, içsel bir merkez kayması olarak yaşatır.

 

Bu noktada aşk, sadece bir sevme biçimi değil; aynı zamanda bir yeniden doğum alanı hâline gelir. Ancak bu doğum, sancılıdır. Çünkü eski benliğin çözülmesi, yeni olanın belirsizliğiyle birlikte gelir. Bu aralıkta kişi hem kendine dair olanı kaybeder hem de daha önce hiç temas etmediği yönleriyle karşılaşır. Bu karşılaşma, iyileştirici olabilir. Fakat bunun için aşkın getirdiği çıplaklıkla kalabilmek gerekir.

 

Aşkın dönüştürücü gücü burada gizlidir: insanı kendine açması, onu savunmasız kılması, egonun alışılmış tüm yapılarının kırılmasına neden olması. Bu kırılma her zaman bir aydınlanma getirmez. Kimi zaman inkârla, kimi zaman öfkeyle, kimi zaman da derin bir geri çekilme ile sonuçlanabilir. Çünkü aşk, yalnızca sevmeyi değil, benliğin kendi karanlık bölgeleriyle karşılaşmasını da içerir.

 

Bu karşılaşmaya tahammül etmek zordur. Kimi zaman kişi, bir başkasına âşık olduğunu reddeder, küçümser ya da duyarsızlaşır. Bu, yalnızca sevgiden değil, aynı zamanda kendi iç gerilimlerinden de kaçma çabasıdır. Çünkü aşk, içsel düzenin sarsılmasını, benliğin kabuk değiştirmesini zorunlu kılar. Bu da konforlu bir hâl değil, çoğu zaman parçalanma deneyimiyle iç içe geçmiş bir süreçtir.

 

Aşk, bu hâliyle dışarıdan gelen bir olay değil; içeride açılan bir gediktir. O gedikten sızan her şey –özlem, kıskançlık, korku, hayranlık, öfke– kişinin kendiyle temasını derinleştirir. Bu temasla kalabilmek, onu bastırmadan ya da kaçmadan taşıyabilmek, aşkta dönüşümün mümkün olduğu bir alan yaratır. Ama bu alan, yalnızca duygu değil; aynı zamanda cesaret gerektirir.

 

 

Aşk, kişinin kendinde var sandığı sınırların aşıldığı bir duygudur. Onu bir fikir ya da ideal olarak dışarıda tutmaya çalışsak da, bizde olan her şeyle onu deneyimleriz. Onu içeriye alırsak, tahmin edilemez bir hâl alır. Çünkü aşk, denetimi elinde tutan benliği gevşetir. İçimizde özenle inşa ettiğimiz bağımsızlık alanını tehdit eder, dışarıdan değil, içeriden gelen bir sarsıntı gibi. Bu sarsıntı karşısında, kişinin egosu kendi bütünlüğünü savunmak için kendini sertleştirir. Savunma başlar: içe dönme, idealleştirme, bastırma, hatta inkâr. Çünkü aşk, egonun özgürlük yanılsamasını kırabilir.

 

Birine âşık olduğumuzda, benliğimizdeki boşluklar belirginleşir. Aşkın varlığı, eksiklikleri kapatmak bir yana, onları daha da görünür kılar. Bu yüzden aşk, kişide tatlı bir huzursuzluk yaratır. O kişiyi ne kadar çok seversek, onu kaybetme korkumuz o kadar büyür. İçimizde bir ses, bu duygunun geçici olduğunu fısıldar; başka bir ses, kaybetmemek için kendini bastırır. Aşk, benliği ikiye böler. Kişi, kim olduğunu unuturken, aynı anda daha önce hiç olmadığı kadar kendisiyle karşı karşıya gelir.

 

 Sevdiğimizde bir şeyin peşine düşeriz: tamamlanma arzusu, korunma hissi ya da hak edilmiş sevgi. Ama bu arzuların gerisinde, çoğu zaman çocukluğumuzdan kalma özlemler, kırgınlıklar, incinmişlikler vardır. Kimi zaman kişi, sevdiği kişiyi değil, ondan beklediği duyguyu sever. Bu yüzden aşk, karşısındaki kişiye değil, onunla birlikte kurduğu hayale bağlanır. Bu bağlanma, yalnızca özlemle değil, korkuyla da örülüdür.

 

İçimizdeki benlik, aşkın gelişiyle birlikte bölünür. Sevilmeyi hak eden tarafımızla, kendini değersiz hisseden tarafımız aynı anda konuşmaya başlar. Aşkın yöneldiği kişi, bu içsel çatışmanın sahnesine dönüşür. Kimi zaman ondan uzaklaşmak isteriz çünkü hissettiğimiz yoğunluk fazladır. Kimi zamansa kaybetme korkusu, bütün duyguları bastırır. İşte bu noktada aşk, artık yalnızca bir bağ değil, ruhsal bir yüzleşme alanıdır. İçeride ne varsa, onunla karşılaşmak kaçınılmaz olur.

Sevilmenin ağırlığı, sevilmeme ihtimalinin korkusuyla karışır.

 

Tüm bu süreç, ruhsal gelişim için bir çağrı olabilir. Ama bu çağrı, huzur verici olmaktan çok, sarsıcıdır. Çünkü kişi sadece sevmez; onunla birlikte duygularının, arzularının ve kendilik kurgusunun da çözüldüğünü deneyimler. Bu nedenle aşk, bir başkasıyla yaşanan bir yakınlık değil; o yakınlığın içerdiği dönüşüm ihtimalidir. Bu dönüşümde kişi, artık aynı kişi değildir. Çünkü aşk, egonun sınırlarını geçer. Onu savunmasız bırakır, tanıdık olanı sarsar.

 

Bu yüzden aşk, her zaman kabul edilemez. Kimi zaman aşkı inkâr ederiz. Çünkü onun açtığı kapılar, yalnızca sevgiye değil; o sevginin sızdığı karanlık alanlara da açılır. Aşk, kişiyi görünür kılar. Bu görünürlük, her zaman hoş karşılanmaz. İçeride taşıdığımız çatışmaları tetikler. Kimi zaman “beni böyle görmesin” dediğimiz her şeyi açığa çıkarır. Ve biz, tam da bu yüzden aşkı geri çekeriz. Çünkü onun getirdiği yüzleşme, sandığımızdan daha fazlasıdır.

 

 

Kendi Ruhuna Açılan Kapı

 

 

Aşk, yüzeyde bir başkasına yönelmiş gibi görünse de, en derininde insanın kendiyle karşılaşmasıdır. Birine âşık olmak, dışsal bir bağ kurmanın ötesinde, iç dünyada bir devinim yaratır. Çünkü aşkta kişi, kendisini başkasının gözünden görmeye başlar. Ve bu bakış, kişinin kendi eksikliklerine, arzularına, acılarına ve bastırdığı yönlerine dair bir aynaya dönüşür.

 

Reik’in de vurguladığı gibi, aşkın içinde doğuştan gelen hiçbir şey yoktur. Aşk; arzunun, korkunun, kırılganlığın, utancın, hayranlığın ve öfkenin bir aradalığıdır. Bu çok katmanlı yapı, kişiyi psikolojik olarak dönüşmeye davet eder. Ancak bu dönüşüm, kolay bir süreç değildir. Ego, sevdiği kişiyi yitirme korkusuyla baş edebilmek için aşkı inkâr edebilir, küçümseyebilir ya da idealleştirme yoluna gidebilir. Oysa aşk, ancak bu savunma mekanizmaları aşılabildiğinde kişiyi dönüştürme potansiyeline ulaşır.

 

Bu noktada aşk, bir tür içsel ölüm ve yeniden doğuş deneyimine benzer. Kişi, eski benliğini kaybederken, yeni bir varoluş biçimine doğru ilerler. Bu, sadece bir ilişki yaşamakla değil, bu ilişki aracılığıyla kendi içsel çelişkilerini, korkularını ve arzularını kabul etmekle mümkündür. Çünkü gerçek aşk, sadece hoşlandığımız yönleri değil; birlikte rahatsız olduğumuz tarafları da taşıyabilme kapasitesini gerektirir.

 

Daha da önemlisi, aşk bir mucize değil; bir emektir. Reik’in sözünü ettiği gibi, “İyi nefret edemeyen, iyi âşık olamaz.” Sevgiyle birlikte öfkeyi, hayal kırıklığını, güvensizliği ve özlemi de kapsayabilmek gerekir. Bu bütünlük, kişinin içsel büyümesini tetikler. Çünkü bir başkasına duyulan sevgi, ancak kendini olduğu gibi kabullenen bir benlikten taşarsa kalıcı olabilir.

 

Aşkın dönüştürücü gücü burada yatar: Başkası aracılığıyla kendini tanımak, ego kabuğunu kırmak ve daha derin bir benlik düzeyine geçmek. Aşk, “ego idealine” ulaşma çabası değil; o idealin geçici olduğunu fark ederek, gerçek insanî sınırlarımızla barışma sürecidir.

 

Kısacası, aşk sadece romantik bir duygu değil; ruhsal bir yolculuktur. Ve bu yolculuk, her şeyden önce kişinin kendi içsel labirentinde yönünü bulmasını ister. Aşk, bir başkasının aynasında kendine bakabilen ve gördüğünü sahiplenebilenler için gerçek bir armağandır. Artık ne eksik, ne fazla… Olduğun gibi sevilmeye değer olduğunu kabul ettiğin noktada, aşkın en saf hâline dokunmuş olursun.

 

 Cemre BAKIR

 

Opmerkingen


bottom of page