top of page

Benliğin Aynası: Kaybolan Öteki Bir İnsan Kendine Nasıl Tutunur?



“Ben” dediğimiz şey, gerçekten bize mi ait, yoksa bir başkasının gözlerinde mi şekillenir?

Ötekisizlik, yalnızlık, çocuklukta temasın gücü ve ruhsal çözülme üzerine…

“Öteki”nin yitirildiği yerde yavaş yavaş “ben” de yiter. Çünkü “ben”in kendini tanıdığı, sınırlarını fark ettiği, varlığını duyumsadığı yer “öteki”dir.


İnsanın psikolojik gelişiminde “öteki”, yalnızca karşısındaki kişi değil; kendilik algısının oluşmasında aynalayıcı, düzenleyici ve bağlayıcı bir rol üstlenen ilk ilişkidir. Yenidoğan bir bebek dünyaya gelir gelmez dış dünyaya ait hiçbir bilgisi olmadan, içgüdüsel olarak bir ötekiyi arar. Dr. Virginia Apgar’ın geliştirdiği APGAR testiyle değerlendirilen reflekslerden biri, bebeğin yaşama tutunma potansiyelini anlamaya yöneliktir. Bu refleksler, bebeğin ötekine—annenin dokunuşuna, sesine, memesine—ne kadar tutunduğunu dolaylı yoldan da olsa gösterir.


Pediatrist ve psikanalist Donald Winnicott’un (2014) ünlü sözüyle, “Tek başına bebek diye bir şey yoktur.” Bir bebek ancak onu tutan, taşıyan, yansıtan bir ötekiyle birlikte düşünülebilir. Yani bebek dediğimiz şey, annenin ya da bakımverenin kollarında tanım kazanan bir varlıktır. Ötekinin yokluğunda yalnızca fiziksel değil, ruhsal varlık da tehlikeye girer.


Tarihsel örnekler bu gerçeği açıkça gösterir. Roma İmparatoru II. Frederick’in 13. yüzyılda gerçekleştirdiği deneyde, sosyal temas kurulmayan bebeklerin evrensel bir dili konuşup konuşmayacağı gözlemlenmek istenmiş, ancak tüm bebekler kısa süre içinde ölmüştür. Bu deneyin de gösterdiği gibi, yalnızca beslenme ya da fiziksel bakım değil; temas, göz teması, seslenme, tutulma gibi ilişkisel öğeler hayatta kalmanın bir parçasıdır.


Bugün de psikiyatri kliniklerinde, erken dönemde yeterince tutulmamış, görülmemiş, aynalanmamış çocukların yetişkinlikte yaşadığı ruhsal zorluklarla karşılaşmaktayız. Bağlanma kuramı çerçevesinde bu eksiklikler; ilişki kurmada zorluk, duygusal regülasyonda bozulma ve benlik algısında kırılmalarla kendini gösterir.


Erken dönem öteki yoksunluğunun dramatik örneklerinden biri “Genie” adlı çocuğun vakasıdır. Genie, doğduktan kısa süre sonra gözleri görmeyen annesi ve ağır psikoz geçiren babası tarafından neredeyse tamamen izole edilmiş, konuşma, temas ve oyun gibi hiçbir insani etkileşime maruz bırakılmadan büyümüştür. Bulunduğunda 13 yaşındaydı ve konuşamıyor, çevresine anlamlı tepkiler veremiyordu. Yıllar süren müdahalelere rağmen, Genie’nin benlik gelişimi hiçbir zaman tam olarak tamamlanamadı (2021).


İzole edilmiş bireylerin yaşadığı ruhsal dağılma yalnızca çocuklukla sınırlı değildir. Yetişkinlikte de, “öteki”nin yokluğu benliğin çözülmesine yol açabilir. Teksas Cezaevi’nde yapılan bir araştırmaya göre, hücre cezası almış, yani diğer insanlarla tüm teması kesilmiş mahkumların %97’si intihar etmiştir (Hayes, 1997). İzolasyon, fiziksel sınırlarla birlikte ruhsal sınırların da çözülmesine sebep olur.


Winnicott’a göre yalnız kalabilme kapasitesi, içselleştirilmiş yeterince iyi ötekilerle mümkündür. Bir başka deyişle, bir zamanlar bizi tutan, aynalayan, yatıştıran biri zihinsel temsil olarak içimizde yer ettiyse, yalnızlık dayanılır hâle gelir. Ancak böyle bir deneyim yoksa, ötekinin yokluğu içsel bir boşluk ve kaygıyla sonuçlanır. “Öteki”nin yokluğunda benlik zamansız, yönsüz ve parçalı imgeler yığınına dönüşür.


Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanındaki Şehzade karakteri, “öz”ünü bulmak için insanlardan, seslerden, nesnelerden kaçan, kendi içine dönen bir figürdür. Ancak romanda anlatıcı, bu kaçışın bir yanılgı olduğunu ortaya koyar: “Bütün hayatını, kendini duymak için başkalarının sessizliğini bekleyerek geçirdi.” Bu ifade, öznenin ancak bir öteki tarafından fark edilerek var olabileceğini yalın ama güçlü biçimde gösterir.


İnsanın “ben” dediği şey, aslında ötekinin bakışlarıyla şekillenir. Göz göze gelmeden, anlaşılmadan, duyulmadan, yansıtılmadan kim olduğumuzu hissedemeyiz. Dış dünyanın sessizliği içimizde yankılanır; kendimizi bulmak için başkalarının bize seslenmesini, bakmasını, duymasını bekleriz. Ve öteki gittiğinde, ardımızda yalnızca yankılar kalır. Yani rüya görür gibi, ama uyanıkken: Gerçek ile düş arasındaki o bulanık benlik hali…


Bu nedenle “öteki”nin yitirildiği yerde, yavaş yavaş “ben” de yiter.

Cemre Bakır

Comments


bottom of page