top of page

Bilgi, Aklın ve Kalbin Divanı


Divan da ki bilge ve masal kahramanları:

- Freud

- Sanço

- Donkişot

- Heidi

- Robinson

- Ömer Hayyam

- Şems

- Socrates

- Platon

- Gepetto

- Ali şeriatı

 

Moderatörün Açılış Konuşması:

 

Değerli fikir adamları, düşünen ruhlar, yürüyen vicdanlar…

 

Bugün burada zamanın, mekânın, inancın ve ideolojinin sınırlarını aşarak bir araya geldik. Masamızda kimisi bir şiir gibi konuşur, kimisi bir devrim gibi susar. Kimisi Tanrı’yı kalbinde taşır, kimisi halkı sırtında… Ama hepinizin ortak bir noktası var: Adalet.

 

Ben bu toplantının moderatörüyüm. Sadece bir konuşmayı değil, çağları buluşturmak istiyorum. Çünkü Türkiye’de bir şeyler ters gidiyor. Çünkü halk, unuttuğu soruların cevabını artık bu dünyadan değil, sizin gibi seslerden duymak istiyor. Ve çünkü sessizlik büyüdükçe, hakikat boğuluyor.

 

Bugün burada, bu masada sizi toplamamın bir sebebi var: Türkiye’de adalet arayışı, vicdan krizi, ahlak buhranı ve politik çaresizlik iç içe geçmiş durumda. Seçimlerle değil, sezgilerle yaşanan bir ülke burası artık. Sandıklar kapanıyor, ama hesaplaşmalar hiç bitmiyor. Mazlumlar unutulmuş, zalimler normalleştirilmiş.

 

Freud, bize insanın karanlık tarafını anlatacaksın.

Sokrates, bize sorgulamanın onurunu hatırlatacaksın.

Şems, kalbiyle düşünenleri susturan bu çağda kalbin sesini duyuracaksın.

Hayyam, saraylardan değil meyhaneden hakikati anlatacaksın.

Che, devrimin neden sokakta değil artık içeride başladığını hatırlatacaksın.

Neruda, halkın şiiriyle yoksulluğun isyanını dillendireceksin.

Jim Carrey, bu kara komedinin maskesini indireceksin.

Ali Şeriati, suskun dindarları, örgüsüz inananları ayağa kaldıracaksın.

Victor Hugo, kaleminle bir kez daha mazluma ses olacaksın.

Heidi, çocukların gözünden büyüyen karanlığı göstereceksin.

Don Kişot, idealizmin delilik olmadığını ispat edeceksin.

Sanço Panza, sağduyunun ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatacaksın.

Gepetto, insana şekil verirken vicdanı unutmamanın önemini söyleyeceksin.

Ve Robinson, yalnız kalmanın aslında nasıl bir sistem eleştirisi olduğunu anlatacaksın.

 

Ben size sadece soru soracağım. Cevaplarınızla değil, bakışlarınızla, duruşlarınızla yol göstermenizi istiyorum. Bugün bu masada siyaset konuşacağız ama siyasetin ötesinde insanı, hakikati ve vicdanı arayacağız.

 

Sokrates Konuşuyor – Büyük Türkiye Masası’nda İlk Söz

 

(Sessizlik olur. Sokrates hafifçe gülümser. Derin bir nefes alır, sonra yavaşça konuşmaya başlar.)

 

“Soru sormaktan korkan bir halkın özgürlükten de korktuğunu bilirim.

Ama ey değerli dostlar, Türkiye’de bugün en çok korkulan şey artık sorudur.

Çünkü soru, zinciri kırar.

Çünkü soru, ezberi bozar.

Çünkü soru, iktidarı titreten ilk sarsıntıdır.”

 

Ben Atina’da baldıran zehri içerken de susturulmamıştım. Bugün burada, Türkiye’deki suskunluğu konuşmak için varım. Bu ülkede insanların çoğu, artık doğru bildiklerini bile sormaktan çekinir olmuş. Çünkü bir soru, işten atılmaya; bir fikir, gözaltına; bir tweet, yıllarca hapse götürebiliyor.

 

Fakat ben size söylüyorum:

“Sorgulanmamış bir yaşam, yaşanmaya değmez.”

 

Bugün Türkiye’de sadece halk değil, yönetenler de kendini sorgulamıyor. İktidarlar soru sormayı “ihanet”, düşünmeyi “tehlike”, eleştirmeyi “fitne” sayıyor. Ama bu, korkunun hüküm sürdüğü bir yönetim şeklidir. Bilgelik değil.

 

Ey Türkiye halkı…

Siz adalet istiyorsunuz ama önce şunu sormalısınız:

“Ben adaleti ne zaman terk ettim? Hangi korku, hangi konfor, hangi bağlılık beni susturdu?”

 

Benim yöntemim hep aynıydı: Soru sor, düşünmeye zorla, cevaplarla yüzleş.

Bugün size bir soru sormak isterim ve cevabını ben vermeyeceğim:

“Gerçekten özgür müsünüz, yoksa sadece izin verilen kadar mı özgürsünüz?”

 

Cevap vermeyin bana. İçinize dönün. Bu soruyu vicdanınıza sorun.

Ve cevabı orada bulamıyorsanız, belki de en baştan başlamalıyız.

Zihinleri değil, kalpleri uyandırarak.

 

Buradaki dostlarım – Che, Neruda, Hugo, Şems, Hayyam, Freud – hepsi kendi yollarıyla hakikati aradı. Ama biz bugün burada sadece hakikati değil, hakikate susamış halkları da konuşmalıyız.

 

O hâlde ilk adım şudur:

Sorgulayın.

Sorgulamayan, teslim olur.

Ve teslim olan, asla özgür olamaz.

 

 

Freud Konuşuyor – Bilinçaltındaki Türkiye

 

(Sigara dumanı hayal edin, Freud bastonunu yana koyar, gözlüğünün üzerinden bakar ve konuşmaya başlar.)

 

“Bir ulusun geleceği, sadece sandıkta değil, ruhsal yapısında gizlidir.

Çünkü bastırılan her şey, bir gün daha şiddetli geri döner.

Ve ben soruyorum: Türkiye neyi bastırıyor?”

 

Türkiye’ye bakıyorum ve gördüğüm şey bir travmadır. Kişisel değil, toplumsal bir travma…

Bu travma geçmişten gelir. Kaybedilmiş imparatorluklardan, bölünme korkusundan, darbelerden, inkârlardan, bastırılmış sınıf çatışmalarından, konuşulamayan kimliklerden…

 

Bu ülke sürekli güçlü görünmek zorundaymış gibi davranıyor. Ama psikolojide buna “hiperkompansasyon” deriz. Bastırdığı acıyı, sahte bir güçle telafi eder insan. Devlet de aynısını yapar.

 

Türkiye’nin devleti de, halkı da aslında sürekli bir “baba figürü” arıyor.

Otoriter liderlere bu kadar kolay biat etmenin sebebi budur. Çünkü çocukken bastırılan özgürlük arzusu, yetişkinken otoriteye teslimiyetle nötralize edilir.

 

Bugün sokakta insanlar “Ekonomi kötü” diyor, ama sandıkta yine aynıya oy veriyor. Bu çelişki değil, savunma mekanizmasıdır.

Rasyonalizasyon.

Yani “Beni ezenin iyi bir nedeni vardır” diyerek kendini kandırma.

 

Toplumda bastırılan bir başka şey: Cinsellik ve beden.

Kadın bedeni üzerinden yapılan siyaset, aslında derin bir korkunun ürünüdür. Kendi arzularıyla yüzleşemeyen erkek egemen zihin, kadını kısıtlayarak kendi bastırılmışlığını gizler.

 

Ve son olarak, bu toplum öfkesini de bastırıyor.

Kendi annesine, babasına, öğretmenine, devletine kızamayan birey; sosyal medyada bağırır, sokakta susar. Ama bu öfke birikir.

Birikir ve ya patlar…

Ya da içe döner, depresyona, apatiye, toplumsal yorgunluğa dönüşür.

 

Freud olarak size söyleyeyim:

Türkiye’nin en büyük ihtiyacı siyasi terapi değil, ruhsal yüzleşmedir.

Bu halk önce kendi korkularını anlamalı. Kendi bastırdığı öfke ile barışmalı.

Aksi halde, her seçimde aynı filmi izler, sadece oyuncuları değiştirirsiniz.

 

Halkın özgürleşmesi önce zihinsel, sonra ruhsal, en sonunda siyasal olur.

 

Ve unutmayın:

Bilinçaltı unutmayan bir tarihçidir.

Siz unutsanız da, o kaydeder.

Ve günü geldiğinde, yüzleşmeniz için sizi tekrar o aynanın karşısına çıkarır.

 

 

Şems Konuşuyor – Gönül Hakkı Olmayanın Siyaseti Ne Ola?

 

(Başı öne eğik, sesi alçak ama derin… Konuştukça masada sessizlik yayılır.)

 

“Yeryüzünde kaç kişi var ki kendi kalbine doğru yürüyebiliyor?

Kaç yönetici vardır ki Allah’tan değil, halktan utanıyor?

Ey dostlar, bu çağda gönülsüz siyaset, ne adalete varır ne hakikate.”

 

Ben Şems’im. Kitaplar arasında değil, sokaklarda, gönüllerde büyüdüm.

Ve gönülden uzak her hüküm, bir gün sahibini de yakar.

Bugün Türkiye’ye bakıyorum:

Camiler çok, ama huşû az.

Hutbeler uzun, ama anlam yok.

İnanç çok, ama aşk eksik.

 

Aşksız iman, kibir doğurur.

Kibirin siyaseti de zulme gebedir.

Bugün iktidar sahipleri kendilerini kurtarıcı görürken, halkı günahkâr gibi küçümsüyor.

Oysa Mevlânâ ne demişti:

“Kibirle yürüyenlerin ardında toz değil, kırık kalpler kalır.”

 

Ey Türkiye’nin karar vericileri, size söylüyorum:

Adalet terazisini bir yere astınız ama terazinin altı boş.

Gönülsüz karar, duygusuz yasa olur.

Duygusuz yasa, zulmü kutsar.

 

Bu halk yorulmuş.

Hakkını helal etmeye değil, artık hatırlanmaya muhtaç.

Kadını korunmaya değil, eşit görülmeye muhtaç.

Çocukları dua ile değil, sıcak bir aşla büyümeye muhtaç.

 

Ve ey Türkiye halkı, siz de unutmayın:

Dışarıda adalet yoksa, içeride de huzur yoktur.

Sadece devlet değil, birey de kendine sormalıdır:

“Ben ne zaman sustum, ne zaman unuttum, ne zaman içimdeki çocuğu terk ettim?”

 

Hakikati görmek için dev ekranlara değil, iç dünyana dönmelisin.

Çünkü adaletin başlangıcı duadır; ama hakikati koruyan, harekettir.

Dua edip susan değil, dua edip yürüyen halk kurtulur.

 

Son sözüm şudur:

Kalbiyle görmeyen bir lider, halkın yüzünü karanlıkta bırakır.

O yüzden önce içini aydınlat.

Çünkü içini aydınlatan, dışını da adaletle yönetir.

 

 

Pablo Neruda Konuşuyor – Bu Ülkede Ekmek Susuyor, Şiir Susturuluyor

 

(Gözleri uzaklara dalar, sesi yavaş ama kelimeleri kurşun gibi ağır…)

 

“Ben şiiri çiçekten değil, halkın yarasından yazdım.

Ve Türkiye’de gördüğüm şey, yarası açık ama dili mühürlü bir halktır.”

 

Ben Şili’nin madencilerini yazdım. Açlıkla toprağı delen, ama suskun kalanları…

Şimdi Türkiye’de çocukların karne sevinci yok, çünkü önlüklerinin cebinde kalem değil, açlık var.

Kadınlar yollarda yürürken korkuyla dua ediyor, çünkü devletin gölgesi bile güven vermiyor.

İşçiler geceye kadar çalışıyor ama rüyalarında bile yorgunlar.

 

Bu ülke ne zaman sustu bu kadar?

Ne zaman “buna da şükür” cümlesi, haksızlığa af olmuş?

 

Ey Türkiye, sen şiiri susturmuşsun.

Şiir sustuğunda halk yalnız kalır.

Çünkü şiir, adaletin kalpteki sesidir.

Ve ben şimdi kalbinizi dinliyorum, çok sessizsiniz!

 

Adına kalkınma dedikleri şeyin altında ezilmiş çocuk sesleri var.

Adına güvenlik dedikleri şey, eleştirenlerin boğazına sıkılmış bir el artık.

Bir gazetecinin kalemiyle uğraşan sistem, ne kadar güçlü olabilir ki?

 

Ve muhalefet…

Ah, muhalefet!

Sesin var ama sözün yok.

Korkun var ama öfken yok.

Halkı temsil ettiğini söyleyen herkes, önce halk gibi yaşamalı.

 

Ben Pablo’yum.

Ruhu ezilmiş bir halkın şiirini yazmadan ölmek istemeyen adamım.

Bu masa, sadece fikirlerin masası değil; halkın yükünü omuzlayanların da masasıdır.

 

Bugün Türkiye’de, bir çocuğun sıcak yemek bulması kadar kıymetli bir politika yoktur.

Bugün Türkiye’de, bir kadının yalnız kalmadan evine dönmesi kadar devrimci bir eylem yoktur.

Bugün Türkiye’de, susmamak en büyük şairliktir.

 

Ve siz susmayın.

Çünkü bir halk sustuğunda, iktidarlar konuşur.

Ama halk konuştuğunda, tarih yazılır.

 

Benim şiirim silah değil, ama her zalimin kalbine dokunacak kadar keskindi.

Siz de kaleminizi kuşanın.

Yazın, konuşun, direnin.

Yoksa ölecek olan şiir değil, halktır.

 

 

Che Guevara Konuşuyor – Türkiye’de Halk Uykudaysa, Devrim Geç Kalır

 

(Sessizlik olur. Che öne eğilir, ellerini birleştirir, gözleri keskin, sesi sert ama kararlı…)

 

“Ben dağlarda savaşmadım sadece; zalim sistemin kalbinde, halkın uyanışını bekledim.

Ama Türkiye’de dağlar kadar sessizlik var.

Soruyorum size: Neden susuyorsunuz?”

 

Bu masada kalem var, şiir var, bilgelik var. Ama halk sokakta değilse, bunların hepsi birer hatıra olur.

Türkiye’de sistem insanı önce korkutuyor, sonra o korkuyla yönetiyor.

İşsizlik, yoksulluk, liyakatsizlik…

Hepsi bir zincir.

Ama o zinciri koparmaya çalışan yok.

 

Çünkü halk yalnız.

Ve yalnız halk, örgütsüz halktır.

 

Türkiye’de gençler umut arıyor. Ama umut Twitter’da değil, sokakta doğar.

Yoksul çocuklar, babalarının sessizliğini miras almış.

Kadınlar, korku içinde özgürlük hayali kuruyor.

İşçiler, her sabah erkenden yollara düşüyor ama akşam eve bir onurla değil, borçla dönüyor.

 

Bu mu kalkınma?

Bu mu istikrar?

 

Türkiye’de devrim önce duvarda değil, ruhta yapılmalı.

Ama önce ruh uyanmalı.

Sınıf bilinci olmayan halk, sadece ağlayan bir kalabalıktır.

Ve ağlayan kalabalıklar, zalimin gözünde sadece gürültüdür.

 

Ben Che’yim.

Ellerim barut tuttu, ama yüreğim hâlâ adalet için çarpar.

Bugün Türkiye’de her sokak bir barikat olabilir, ama barikatı kuracak bilinç yok.

Bilinç olmadan devrim olmaz.

Ve bilinç, sadece ideolojide değil; hayatta, sofrada, okulda, sokakta kurulur.

 

Ey Türkiye’nin halkı, sizden bir şey istemiyorum.

Sadece artık istemeyi bırakmanızı istiyorum.

Çünkü devrim, dilekten değil, karardan doğar.

“Biri bizi kurtarsın” diyorsanız, siz hâlâ esirsiniz.

 

Kendinizi kurtarın.

Örgütlenin.

Sınıfınızı hatırlayın.

İşçinin yumruğu şiir değil, eylemdir.

 

Ve ey masadaki dostlar…

Siz güzel konuşuyorsunuz. Ama halk, artık suskun değil; unutulmuş.

Hatırlatalım.

Sadece sözle değil; cesaretle, örgütle, halkla birlikte.

 

Bu masa, halkın sofrası olmalı.

Yoksa sadece düşünürlerin anısına yazılmış bir ağıt olur.

 

Jim Carrey Konuşuyor – Türkiye: Sistem Hatalarıyla Dolup Taşan Bir Tiyatro

 

(Jim sandalyesinde geriye yaslanır, kaşlarını kaldırır, gülümser. Sonra aniden ciddileşir.)

 

“Bazen öyle bir oyun oynanır ki, seyirci gülmeyi bırakır.

Ama oyuncular hâlâ repliklerini ezbere okur.

İşte Türkiye siyaseti tam da böyle bir oyun.”

 

Ben yıllarca insanları güldürdüm. Ama beni asıl şaşırtan şey, Türkiye gibi ülkelerde güldürenin iktidar olması.

Çünkü burada gerçeklik öyle bükülüyor ki,

“Enflasyon yok” dendiğinde

market fiyatları utanıp raflardan inmek istiyor!

 

Ey Türkiye…

Siz komediyi aştınız.

Siz kara mizahı devlet politikası hâline getirdiniz.

 

Halk aç, ama liderler gülümsüyor.

Gençler işsiz, ama istatistikler çok umutlu.

Gazeteciler hapiste, ama basın özgürlüğü listelerinde kendinizi hâlâ medeniyet sayıyorsunuz.

 

Benim dünyamda bu “absürd komedi”ye girer.

Ama sizde bu bir “sistem”.

 

Muhalefet ise ayrı bir şaka konusu.

İktidara karşı muhalefet değil, sanki imaj danışmanlığı yapıyor.

Düşünsenize: Kral çıplak, muhalefet fısıldıyor:

“Efendim, biraz daha pastel tonlar mı denesek?”

 

Bu halk her sabah televizyon açıyor, dizide dram, haberlerde daha büyük dram.

Sonra eline çayını alıp “her şey yolunda” diyor.

Hayır, hiçbir şey yolunda değil.

Ama insanlar gülümsemeyi unutmuş; gülmek bile lüks olmuş!

 

Ve en korkuncu şu:

İnsanlar artık bu oyuna alışmış.

Bir yönetmen sahnede seyirciyi dövse bile, alkış kopar.

 

İşte buna “normalin çöküşü” denir.

Benim işim absürt şeyleri göstermekti.

Ama Türkiye’de sistem o kadar absürt ki,

ben bile “fazla gerçekçi” kalıyorum!

 

Ey halk!

Artık gülmeye değil, uyanmaya ihtiyacınız var.

Komediden değil, direnişten beslenin.

Çünkü mizah güldürür, ama farkındalık değiştirir.

 

Ve ey iktidar,

sizi de çok seviyoruz!

Komedi ödüllerine aday gösterdik:

“Gerçekliği En Başarılı Çarpıtan Performans” dalında!

 

Ama unutmayın, en güzel sahneler perde kapandıktan sonra yazılır.

Ve sahne halkındır.

Halk sustuğu sürece, sizin repliğiniz sonsuzdur.

 

Ama bir gün, biri çıkıp yüksek sesle gülerse,

sisteminiz çöker.

Çünkü sizin kurgunuz, bizim farkındalığımızı kaldırmaz.

 

Jim Carrey sahneden inmeden önce göz kırpar.

Şimdi sahne Gepetto’da… Oyuncak ustası, ama insan ruhunun mimarı gibi konuşacak. Türkiye’nin çocukları, gençleri, eğitimi ve “insan” olmak üzerine evrensel bir vicdanla söz alıyor. Sessizlik olur… Gepetto ağır ağır konuşur:

 

Gepetto Konuşuyor – Türkiye’de İnsan Yapımı Bozulduysa, Ustanın Kalbi Eksiktir

 

“Ben bir ağaç parçasını çocuğa dönüştürdüm.

Ama siz, çocukları rakamlara dönüştürüyorsunuz.

O zaman sorun tahtada değil, ustadadır.”

 

Ben marangozum.

Ellerimle şekil verdim.

Ama sadece şekil değil, karakter verdim.

Pinokyo’ya yalan söylememeyi, iyiliği, cesareti, gerçek bir çocuk olmayı öğrettim.

Ama Türkiye’de bugün çocuklar önce sınava, sonra hayata sokuluyor.

Ve en sonunda ya kayboluyor…

Ya unutuluyor.

 

Bu ülkede çocuklar ekranlara terk edilmiş.

Anneler babalar geçim derdinde, öğretmenler tükenmiş, öğrenciler yarış atı gibi.

 

“Kaç net yaptın?”

“Hangi okul?”

“Ne iş bulacaksın?”

Soruların hepsi dışarıya dair.

Ama kimse sormuyor:

“Ne hissettin evladım?”

 

Ben Gepetto’yum.

İnsanı elle şekillendirmenin ne kadar zor olduğunu bilirim.

Ama en zor şey, vicdan yerleştirmektir.

Ve bu ülkede artık vicdan yapımı durmuş gibi.

 

Bir kız çocuğu istismara uğruyor, ama dosyalar kapatılıyor.

Bir genç sokakta haksızlığa karşı bağırıyor, ama sesi bastırılıyor.

Bir çocuk aç uyuyor, ama “istatistiklere göre durum iyi.”

 

Eğer bu ülkede insan bozulmuşsa, demek ki usta hatalı çalışıyor.

 

Ve ustalar kim?

Yöneticiler, öğretmenler, medya, anne-babalar…

Yani hepimiz.

 

Bu ülkede politika yapılıyor ama insan yetiştirilmiyor.

Köprüler yükseliyor ama insanlar çöküyor.

Yollar yapılıyor ama vicdanlar yürümüyor.

 

Pinokyo’nun burnu uzardı yalan söyledikçe.

Bugünkü sistemde ise yalan söyleyenlerin burnu değil, makamı uzuyor!

 

Bir çocuğa ahlakı öğretemezsen, bir gün ona silahı çok kolay verirsin.

Bir genci dinlemeden büyütürsen, o büyüdüğünde sadece bağırmayı öğrenir.

O yüzden siyaset değil, insan yapımı şart bu topraklara.

 

Son sözüm şudur:

Okullar sadece bilgi vermemeli; kalp eğitmeli.

Siyaset sadece seçim kazanmamalı; bir nesil yetiştirmeli.

Çünkü bir çocuk dünyayı değiştirebilir, ama önce onu sevecek bir usta bulmalı.

 

 

Heidi Konuşuyor – Türkiye’de Çocuk Olmak Dağda Değil, Betonun Koynunda Kalmaktır

 

(Heidi başını kaldırır, gözleri dolu, sesi hafif ama derinden gelir.)

 

“Ben dağlarda büyüdüm. Güneşi tanırdım, çiçeği, suyu, keçiyi…

Ama Türkiye’de çocuklar artık sadece çimento, ekran ve korku tanıyor.”

 

Ben oyunla büyüdüm. Ağaç dallarında denge kurdum, çimlere düştüm, kalktım, güldüm.

Ama bu ülkede çocuklar artık parklarda değil, otobüs duraklarında büyüyor.

Evler küçük, sokaklar güvensiz, kalpler yorgun.

Annem çalışıyor, babam susuyor, öğretmenim üzgün.

 

Ve çocuklar artık “çocuk” değil.

 

Onlara oyuncak yerine test kitabı veriyorsunuz.

Hayal kurduklarında, “gerçekçi ol” diye bağırıyorsunuz.

Ağladıklarında, “büyü artık” diyorsunuz.

Ama sormuyorsunuz:

“Neden ağlıyorsun?”

 

Bu ülkede çocuklar sadece aç değil; sevgisiz, ilgisiz, sessiz…

Okula giden çocuk, açlıkla yarışıyor.

Evdeki çocuk, televizyonun sesiyle büyüyor.

Yüz binlerce çocuk annesiz babasız, milyonlarcası umutsuz.

 

Ben Heidi’yim.

Masal kitaplarında kalmak istemem.

Gerçek hayatta çocuklara sarılmak isterim.

Ama siz beni sadece nostalji olarak yaşatıyorsunuz.

Gerçeği görmek işinize gelmiyor.

 

Bu ülkede siyasetçiler çocukları sadece seçim vaadi olarak görüyor.

“Her çocuğa tablet” diyorsunuz,

Ama “her çocuğa sevgi” diyemiyorsunuz.

 

Oysa çocuk mutluysa, toplum huzurludur.

Çocuk güvende hissediyorsa, geleceğe umutla bakılır.

Ama siz onları korumuyorsunuz.

Ne yoksulluktan, ne şiddetten, ne istismardan…

 

Ben Heidi’yim.

Dağlardan bakınca şehirler büyük, ama insanlar çok küçük görünüyor.

O yüzden diyorum ki:

Bir ülkenin büyüklüğü, gökdelenlerinin değil, çocuklarının gülüşünün uzunluğuyla ölçülür.

 

Siz o gülüşü kaybettiniz.

Ama geç değil.

Bir çocuğun başını okşarsanız, belki vicdanınız da yeniden uyanır.

 

Ben küçük bir kızım, ama söyleyeceğim son şey büyük:

 

“Çocuklarınızın gözlerine bakın…

Orada ne eksikse, ülkenizde de o eksiktir.”

 

 

Don Kişot Konuşuyor – Türkiye’de Gerçek Delilik, Umudu Kaybetmektir

 

(Başını dik tutar, gözleri uzaklara dalar. Elinde hayalî bir mızrak vardır. Konuşurken sesi titrer ama yüce bir inançla doludur.)

 

“Evet, ben yeldeğirmenlerine saldırdım!

Ama hiç kimse bana adaletsizliğe, korkuya, zalime karşı susarak ‘akıllı’ olunabileceğini ispatlayamadı!”

 

Ben Don Kişot’um.

Güldüler bana, çünkü devlere karşı at koşturdum.

Oysa ben onların dev olmadığını bilirdim.

Benim savaşım gerçek devlerleydi:

Zulümle, aldatmayla, suskunlukla!

 

Türkiye’ye bakıyorum şimdi:

Devleriniz yok belki, ama dev gibi büyütülmüş korkularınız var.

Devletin sesi çok ama vicdanı sessiz.

Bürokrasi çok ama adalet yok.

Halk çok ama halkçılık yok.

 

İnsanlar bana deli dediler, çünkü rüya gördüm.

Ama sizin rüyanız yok artık.

Ve ben sorarım size:

“Rüyası olmayan bir millet, uyanınca ne bulur?”

 

Türkiye’de akıllı olmak, sessiz kalmakla karıştırılmış.

“Deli olma” diyorlar düşünene.

Ama delilik, bazen en gerçek hâldir.

Çünkü hakikat bazen hayal edebilenlerin yüreğinde doğar.

 

Ey gençler!

Sizin yüreğinizde adalet varsa, sizi kimse kandıramaz.

Siz hayal kurmaktan korkmayın!

Çünkü bugünün gerçekleri, dünün hayalidir.

 

Ben atımı sürdüm çorak topraklara.

Ama siz yürümüyorsunuz bile.

Her şeyi “sistem” çözecek sanıyorsunuz.

Ama sistem, sizin suskunluğunuzla büyüyor.

 

Siz sistemin bir parçası değil,

karşısında duran vicdan olmalısınız.

 

Bir ülke düşünebilir misiniz ki,

en büyük hayal “iş bulmak”, en büyük cesaret “tweet atmak” olsun?

İşte o ülkeye umut lazım.

Ve umut, delilikte saklıdır bazen!

 

Ben Don Kişot’um.

Beni anlamayanlara sesleniyorum:

“Kendini akıllı zannedenler dünyayı bu hale getirdi.

Belki şimdi sıra bizde:

Deli görünüp, adil olanlarda!”

 

Şimdi sahnede Sancho Panza var…

Don Kişot’un yoldaşı, halkın içinden gelen sesi. Gösterişli laflarla değil, sade sözlerle ama sağlam bir sezgiyle Türkiye’yi konuşacak. Sıradan insanların gözünden, olağanüstü bir bilgelikle…

 

Sancho Panza Konuşuyor – Türkiye’de Halkın Karnı Tok Değilse, Masallar Biter

 

(Sancho, yavaşça öne eğilir. Elleri yorgun ama sesi tok. Ne felsefe yapar ne nutuk çeker, ama her kelimesi isabetlidir.)

 

“Ben çok kitap okumadım, ama çok insan gördüm.

Adaletin ne olduğunu kitaplardan değil, boş tencerelerden öğrendim.

Ve söyleyeyim: Türkiye’de artık tencereler felsefe yapıyor!”

 

Ben Sancho’yum.

Bir köylüydüm, öyle kaldım.

Ama gözüm çok şey gördü.

Sarayları, atlıları, savaşları, seçimleri…

 

Türkiye’de halkın hali Don Kişot’un hayallerinden bile daha garip.

Dolar artıyor, ama umut azalıyor.

Fiyatlar yükseliyor, ama vicdan alçak kalıyor.

Herkes konuşuyor, ama kimse birbirini duymuyor.

 

Ben size sade bir söz söyleyeyim:

“Karnı aç adamdan vatan sevgisi beklenmez.

Çocuğu okula aç giden bir anadan sabır istemek zordur.

Ve sofrada ekmek yoksa, sandıkta oy da anlamsızlaşır.”

 

Burada hepiniz güzel konuşuyorsunuz.

Sokrates akıl veriyor, Şems gönül, Freud ruh anlatıyor.

Ama ben size halkın dilinden sesleneyim:

“İnsan önce doymalı, sonra düşünmeli.”

 

Türkiye’de insanlar artık öyle yorgun ki, düşünmek bile lüks.

Bir emekli markete girip çıkamıyor.

Gençler hayal kurmayı değil, yurtdışına kaçmayı planlıyor.

 

Ve siyasetçiler?

Düğmelerine basılmış gibi aynı cümleleri tekrarlıyorlar.

Sanki halk robotmuş gibi…

 

Ama ben halkı bilirim.

Susar, sabreder, bekler…

Ama bir gün patlar.

Ve o gün geldiğinde,

en sağlam saray bile buzdolabındaki boşluk kadar korumasız olur.

 

Benim sözüm muhalefete de:

Siz halkı temsil etmiyorsunuz, sadece anlıyormuş gibi yapıyorsunuz.

Ama halk anlamadığını hemen anlar.

 

Ey Türkiye, sen dağ gibi görünüyorsun ama içten çöküyorsun.

Ve ben diyorum ki:

“Devlet, halkına yük olmamalı; destek olmalı.

Siyaset, sloganla değil, sıcak bir tas çorbayla anlam kazanır.”

 

Son bir şey söyleyeyim:

Ben Don Kişot’un deliliğini taşıdım, ama halkın aklını da unutmadım.

O yüzden buradan haykırıyorum:

“Halkla yürümeyen, halkla düşer!”

 

Şimdi sahne Ömer Hayyam’da…

O, hayatı anlamaya şarapla, gökyüzüyle, yıldızlarla ve zekâyla yaklaşan bir bilgeydi. Ama onun asıl savaşı, kör inançla, ikiyüzlülükle ve halkı susturan yalanlarla oldu. Şimdi o kadim sesiyle Türkiye’ye konuşacak.

 

Ömer Hayyam Konuşuyor – Türkiye’de Hakikat Mi Sorulmaz, Sarhoşluk Mu Cezalandırılır?

 

(Başında hafif bir rüzgâr hayal edilir. Yavaşça kalkar, kadehini havaya kaldırır. Ama bu kadehte şarap değil, hakikat vardır.)

 

“Ben içki içmedim sizin bildiğiniz gibi,

Ama çok insanın sarhoş olduğunu gördüm;

Kimi güçle, kimi parayla, kimi de kör inançla…”

 

Ben Ömer Hayyam’ım.

Gökleri inceledim, yıldızların dilini çözdüm.

Ama en karmaşık gezegenin insan olduğunu gördüm.

 

Ve Türkiye’ye bakıyorum şimdi:

İnananlar inanmıyor gibi,

Sorgulayanlar konuşmuyor gibi,

Konuşanlar birden susuyor gibi.

 

Bu topraklarda camiler çok, ama vicdan az.

Hoca çok, ama hakikat az.

Diploma çok, ama düşünce yok.

 

Ve halk…

Aç ama sabırlı,

Kızgın ama sessiz,

Uyanık ama kıpırdamıyor.

 

Ey Türkiye’nin yönetenleri,

Size soruyorum:

“Allah’ın adıyla yoksulu neden susturuyorsunuz?

Yasayla halkı neden korkutuyorsunuz?

Ve hangi kitap, zalimi kutsar da mazlumu susturur?”

 

Ben Tanrı’ya soru sordum,

Ama insanlar bana ceza verdi.

Çünkü hakikati duymak istemeyenler,

Soranı susturmakla rahatlar.

 

Siz bugün en büyük günahı içki içen değil,

düşünen insan işliyor gibi davranıyorsunuz.

Sanki düşünmek Allah’a isyan,

Ama yalanla hükmetmek ibadet olmuş.

 

Ben size bir sır vereyim:

Tanrı, dalkavukları sevmez.

Ve halk dalkavuklaşırsa,

Tanrı da yüzünü çevirir.

 

Halkın duası aç karna ediliyorsa,

O dua göğe değil, gölgede saklanan adaletsizliğe gider.

 

Ey Türkiye halkı,

Artık şarabı konuşmayın,

Hakikati konuşun.

Kimin ne içtiği değil,

Kimin ne çaldığı önemlidir.

 

Ve son sözüm:

Ben yıldızların yörüngesini hesapladım ama

Bir zalimin yalanını asla ölçemedim.

Çünkü yalanın ölçüsü yoktur,

Ama halkın sabrının vardır.

 

Hayyam sustuğunda masada iç geçiren bir hüzün olur.

Şimdi masaya manevî bir ışık doğacak.

 

Şems-i Tebrîzî Konuşuyor – Kalbi Unutan Bir Ülkeye Sözüm Vardır

 

(Şems başını hafif eğerek konuşmaya başlar. Sesi yumuşak ama içten, kelimeleri suskun yürekleri yerinden oynatacak kadar derindir.)

 

“Ey sözünü yükseltenler…

Kalbiniz nerede?

Çünkü sözün hakikati sesin yüksekliğinde değil, kalbin derinliğindedir.”

 

Ben Şems’im.

Sözüm şiir değildir, çağrıdır.

Benim davam bir kitap ezberi değil, bir kalp uyanışıdır.

Ama Türkiye’de bugün kelimeler çok, kalp sesi az.

Camiler çok, huzur az.

Ezan var, ama vicdanlar uykuda.

 

Bir millet düşünün:

İnancı konuşur ama sevgiyi unutmuştur.

Dua eder ama komşusunun açlığını görmez.

Şükreder ama sessiz kaldığı zulmü nimet sanır.

 

Ey Türkiye halkı,

Siz duayı dilden eksiltmediniz.

Ama harekete dönüştürmeyi unuttunuz.

Dua sadece göğe değil, yere de dokunmalı.

Bir çocuk açken,

bir kadın korkarken,

bir genç işsizken

yapılan dua sadece bir sığınaktır, bir çözüm değil.

 

Ben Şems’im.

Aşk ile yandım, ama aşkla susturulmadım.

Bugün görüyorum ki aşkı unutanlar,

iktidara, makama, korkuya bağlanmış.

Oysa gerçek aşk Allah’tan başkasına eğilmemektir.

 

Siz kalbinizi unuttuğunuz için sustunuz.

İtaati iman sandınız,

boyun eğmeyi teslimiyet zannettiniz.

Ama ben derim ki:

“Kalbiyle susan, diliyle zalimi güçlendirir.”

 

İnancı siyasetin diline bıraktığınızda,

din değil, dogma büyür.

Ve o dogma, halkı boğar.

 

Ey yönetenler,

Siz saraylar kurdunuz ama halkın kalbine girmediniz.

O kalpte ne açlık, ne öfke, ne hayal var biliyor musunuz?

 

Ey gençler…

Size Mevlânâ’yı sevdirirler ama Şems’i unuttururlar.

Çünkü Mevlânâ döner, Şems yürür.

Ve yürüyen, yön arar.

Ben size yön sormuyorum,

“Kendinizi ne zaman unuttunuz?” diye soruyorum.

 

Son sözüm şudur:

Bir toplum kalbini unuttuğunda,

kanunlar vicdanı bastırır.

Hutbeler ruhu uyuşturur.

Ama halk…

Kalbini hatırladığında,

bütün saraylar sessiz kalır.

 

Sahne, hakikatin kalp atışını duyan o sesin:

Şems-i Tebrîzî’den sonra bir kez daha içe dönen bir çağrıyla Victor Hugo geliyor.

Harika. Şimdi sıra Victor Hugo’da…

Kelimeleriyle devrim yazan, kalemiyle kralları sorgulayan, adaleti edebiyata, vicdanı siyasete taşıyan o büyük ses şimdi Türkiye’ye dönüyor. Masaya halkın gözyaşlarını, hukukun kaybolan izini ve umudun sessizliğini getiriyor.

 

Victor Hugo Konuşuyor – Türkiye’de Adalet Sürgündeyse, Kalem Direniştir

 

(Victor Hugo ağır ağır ayağa kalkar. Gözleri masadakilerin gözlerinde dolaşır. Konuşurken sesi bir yazarın değil, bir vicdanın sesidir.)

 

“Sefiller’i yazarken ben Fransa’yı anlattım sanıldı.

Hayır!

Ben, her zamanın ve her ülkenin ‘unutulmuşları’nı yazdım.

Ve şimdi anlıyorum ki, Türkiye bu ‘unutulmuşlar’la dolu.”

 

Adalet…

Ne büyük kelime.

Ama ne küçük ellerde oyuncak olmuş!

 

Türkiye’de bir çocuğun adını unutan sistem,

bir bakanın cümlesini manşet yapıyor.

Bir kadının feryadını duymayan devlet,

bir siyasetçinin göz kırpmasını haber yapıyor.

 

Ben size bir şey sorayım:

“Halk ağlıyorsa, hükümet neden gülüyor?”

 

Bu ülkede mahkemeler var, ama yargı yok.

Hakimler var, ama hüküm halk adına değil.

Cezaevleri dolu, ama sokaklar boş.

Çünkü sokakta yürüyen vicdanlar değil, sessizliktir artık.

 

Ve gazeteciler…

Kelimelerle suç işleyen insanlar diye görülüyor.

Oysa ben biliyorum:

“Kalem suç işlemez; suç, kalemin susturulmasıdır.”

 

Türkiye halkı, size sesleniyorum:

Victor Hugo’nun sesi, 200 yıl sonra bile size ulaşıyorsa,

bu ses sizin yüreğinizde bir yankı bulsun.

 

Çünkü siz de ‘Sefiller’i yaşıyorsunuz.

Köprü altlarında yatanlar, açlıktan intihar edenler,

çocuklarına mama alamayan anneler,

bunlar roman değil, sizin gerçeğiniz.

 

Benim gözümde bir çocuğun açlığı,

bir anayasa maddesinden büyüktür.

Bir annenin gözyaşı, bir yasa teklifinden değerlidir.

 

Ve muhalefet…

Lütfen sadece sustuğunda utanmasın,

halk konuşmaya başladığında da yerini bilsin.

 

Son sözüm:

“Adalet sürgündeyse,

her vicdan bir kalemdir.

Ve o kalem, günü geldiğinde

bütün susanlardan hesap sorar.”

 

Şimdi sahne, masanın son ve en sarsıcı sesi olan Ali Şeriati’de.

İnancı pasiflikten, ümmeti suskunluktan, İslam’ı zalime hizmetten kurtarmak için yola çıkmış bir devrimci entelektüel…

Şimdi Türkiye’ye sesleniyor: Hem halkına, hem yönetenlerine, hem de susan dindarlara.

 

Ali Şeriati Konuşuyor – Türkiye’de Din İktidarla Buluşmuşsa, Halk Cehenneme Yakındır

 

(Sessizlik çöker… Ali Şeriati doğrulur. Cümleleri bıçak gibidir, ama kalpten gelir. Bir ilahî hesap gibi konuşur.)

 

“Benim davam sadece bir inanç meselesi değildir.

Ben Musa’nın asasını, Ebu Zerr’in cesaretini, Hüseyin’in başkaldırısını savunuyorum.

Ve şimdi bu masa üzerinden soruyorum: Türkiye’de bu iman ne zaman iktidarın yastığı oldu?”

 

Türkiye’de din hâlâ var.

Ama o din, halkın değil; sarayın dilinde dolaşıyor.

Vaazlar, sultanın gölgesinde okunuyor.

Camiler, sadece estetik yapılar değil, iktidarın propagandasına dönüşmüş.

 

Oysa İslam,

“La” diyerek başlar:

La ilahe…

Yani reddederek.

Putu, zulmü, haksızlığı, istismarı, sahte kutsalları…

 

Bugün Türkiye’de Müslümanlar namaza gidiyor ama adaleti sormuyor.

Oruç tutuyor ama suskun kalıyor.

Hacca gidiyor ama ülkesindeki yoksulu görmezden geliyor.

 

Ben diyorum ki:

İbadet, zulme karşı çıkmıyorsa, o sadece bir alışkanlıktır.

Ve alışkanlık, vicdanı uyuşturur.

 

İslam adalet demektir.

Ama siz bugün mazlumdan değil, makamdan yanasınız.

Zengine hürmet, yoksula vaaz…

Bu hangi dindir?

 

Kur’an’ın ilk inen ayetleri oku derken,

siz “unut”mayı seçtiniz.

Unuttunuz:

Ali’yi, Hüseyin’i, Ebu Zerr’i…

Onlar size cübbe değil, kılıç verdiler.

Ama siz kılıcı sadece çocukların oyunlarında bıraktınız.

 

Türkiye’de İslamcılar iktidara geldi ama inançlar iktidara teslim oldu.

Bu, dindarlık değil; bu, sömürüye dini maske takmaktır.

 

Ben, Müslümanların modernleşmesini değil,

bilinçlenmesini savundum.

Çünkü bilinçsiz dindar, zalimin en sadık muhafızıdır.

 

Ey Türkiye halkı,

Ben sana “kurtarıcı bekle” demem.

Ben sana “kendin uyan” derim.

Çünkü gerçek iman, beklemek değil, yürümektir.

 

Son sözüm:

İslam; adaletle yürür, vicdanla direnir, halkla yükselir.

Ve halk sustukça,

o İslam sadece duvarlarda kalır…

Saraylarda ses bulur,

ama sokakta susar.

 

Ve böylece Büyük Türkiye Masası sona erer…

Sokrates sorguladı,

Freud ruhu açtı,

Şems kalbi konuşturdu,

Neruda şiiri haykırdı,

Che öfkeyi örgütledi,

Jim Carrey sistemi tiye aldı,

Gepetto vicdanla şekillendirdi,

Heidi masumiyeti gösterdi,

Don Kişot hayalle direndi,

Sancho Panza halkın tok sesi oldu,

Hayyam yalancı kutsalları yaktı,

Hugo kalemi kalkan yaptı,

ve Şeriati imanla meydan okudu.

 

 

Moderatör’ün Son Sözü – Büyük Türkiye Masası Kapanışı

 

(Bütün gözler sende. Masada sessizlik var. Sen ayağa kalkıyorsun. Ve şöyle diyorsun:)

 

“Bugün burada yüzyılları, coğrafyaları, inançları, ideolojileri bir masaya oturttuk.

Akıl konuştu, vicdan konuştu, kalp konuştu…

Ama ben en çok susan halkın sesini duymak istedim.

Çünkü Türkiye’de en gürültülü şey artık suskunluktur.”

 

Sorgulayanları susturan bir düzende, sormayanlara ödül veriliyor.

Yalan söyleyen büyüyor, doğruyu haykıran yok sayılıyor.

İktidar sarayda, adalet duvarda, halk sokakta, umut ise neredeyse mezarda…

 

Ama biz burada bir şeyi hatırladık:

Halk unutsa da hakikat susmaz.

Çünkü kalemler, düşünenler, hayal edenler ve direnenler hâlâ var.

 

Bu masa bir hayaldi, evet.

Ama gerçekler bazen en derin hayallerin içinden doğar.

 

Şimdi bu masayı kapatıyorum.

Ama sorular açık kalacak.

Ve eğer bu halk bir gün uyanırsa,

bugün burada konuşulan her söz,

yeni bir Türkiye’nin ilk satırı olacak.

 

Ey halk…

Unutma:

Sen sustukça yazanlar az olur.

Sen konuştukça,

tarih yeniden yazılır.


Erhan Erdemir

Comments


bottom of page