top of page

Yaşamı Taşımak – Bir Ustalık Sanatı


 

Ustalık çoğu zaman bir zanaatla, bir becerinin yıllar içinde kusursuzlaştırılmasıyla anılır. Ama yaşam söz konusu olduğunda, ustalık sadece bilgi ya da deneyim değil, varoluşa karşı geliştirilen duruştur. Ve bu duruş, çoğu zaman çırak kalabilme cesaretiyle başlar. Çünkü hayat, öğrenmesi tamamlanmış bir yol değil; her adımda yeniden başlayan bir sorudur. Spinoza’nın belirttiği gibi, yaşamın özünü kavramak, onun kaçınılmaz değişkenliğini kabul etmeyi gerektirir. Ve bu kabul, bizi pasif değil, sorumlu kılar.

 

Gerçek bir yaşam ustası, neyin kontrol edilebileceğini ve neyin edilmemesi gerektiğini bilir. Bunun içinse önce sınırlarını, sonra sınırlarının ötesinde kalan belirsizliği kabullenmesi gerekir. Hayat, planlanamaz olanın içinden filizlenir. Sabit bir düzene değil, sürekli değişime maruz kalan bir zemindir yaşam. Ve ustalık, bu değişimin karşısında dik durmak değil; onunla birlikte esneyebilmekle ilgilidir.

 

Toplum, bireye çoğunlukla hazır yollar sunar: başarıya, statüye, saygınlığa giden yollar… Ahlaki normlar, siyasal rehberlikler ya da geleneksel değer sistemleri, bireye hazır bir yön tayin eder. Ancak bu haritalar, bireyin özgün yolculuğunu sınırlayabilir. Simone Weil’in dediği gibi, “Bir insanın özgürlüğü, hakikate duyduğu sadakatle başlar.” Ve hakikate sadık kalmak, çoğu zaman konfor alanlarını terk etmeyi, belirsizliğe açık olmayı gerektirir.

 

Yaşam ustalığı, sabit bir başarı çizgisi değil; bir anlayış derinliğidir. Herkesin sahip olabileceği dışsal bir statü değil, içsel bir olgunluktur. Usta olmak, hayattan daha fazla nasiplenmek değil; hayatı daha bilinçli taşımaktır. Zorluklara, başarısızlıklara, kırılganlığa rağmen bu hayatı bir anlamla taşımayı sürdürebilmektir. Ve çoğu zaman bu ustalık, “biliyorum” diyenlerden değil, “hala öğreniyorum” diyenlerden çıkar.

 

Çünkü yaşamı taşımak, onu yönetmek değil; onunla birlikte değişmeyi göze almaktır.

 

Anlamın Sessiz İnşası – Kendini Bilmenin Cesareti

 

Yaşamın anlamı üzerine sorular sormak, insan olmanın en kadim ihtiyacıdır. Bu soru, sadece entelektüel bir merak değil, varoluşsal bir zorunluluktur. Heidegger’in dediği gibi, insan “varlıkla ilgili bir soruya dönüşmüş bir varlıktır.” Bu yüzden “Benim hayatımın anlamı nedir?” sorusu, aslında insanın kendi varlığıyla kurduğu en samimi diyaloğun başlangıcıdır.

 

Fakat bu soru, çoğu zaman dış seslerin gölgesinde boğulur. Başarı, statü, toplumsal onay gibi dışsal unsurlar; insanı kendi iç sesinden uzaklaştırabilir. İnsan, çoğu zaman kendisi için neyin anlamlı olduğunu sormadan, başkalarının değerli saydığı şeylerin peşinden gider. Oysa anlam, başkasının ideallerinde değil, bireyin kendi gölgeleriyle kurduğu dürüst ilişkide ortaya çıkar.

 

Anlam arayışı konforlu değildir. Acıyı, kaygıyı, yalnızlığı göze almayı gerektirir. Rollo May’in söylediği gibi, “Korkularımızın üstesinden geldiğimiz ölçüde yaratıcı olabiliriz.” Anlam yaratımı da bir tür yaratıcılıktır. Ve bu yaratıcılık, önce yüzleşmeyi, sonra sorumluluk almayı gerektirir. Gerçek anlam, bireyin kendi hayatının yazarı olmayı kabul etmesiyle başlar.

 

Bu süreçte çoğu zaman zihin hazırdır ama yürek ürkektir. Çünkü anlam, sadece düşünsel bir uğraş değildir; duygusal bir cesaret de ister. Kimi zaman anlam, bir çocuğun bakışında belirir, kimi zaman bir yas sürecinde. Kimi zaman yalnız bir yürüyüşte içimize doğar, kimi zamansa büyük bir hayal kırıklığının ardından belirginleşir. Anlam, hazır gelen bir cevap değil; zamanla şekillenen bir iç oluş halidir.

 

Ve en önemlisi, bu arayış herkeste aynı biçimde sonuçlanmaz. Bu yüzden yaşam ustalığı, başkasının hayatını taklit etmek değil, kendi hayatını özgün bir biçimde yoğurabilmektir. Anlam, kişiseldir. Evrensel formüllerden değil, kişisel sezgilerden doğar. Ve bu yüzden anlamlı bir hayat, cesaretin ve dürüstlüğün meyvesidir.

 

Ustalık, İlişkilere ve Başkalarının Acısına Dokunmaktır

 

Yaşamın ustalığı, yalnızca bireyin iç dünyasını tanımasıyla sınırlı değildir. Gerçek bir ustalık, insanın kendisiyle olduğu kadar ötekilerle de nasıl ilişki kurduğuyla ilgilidir. Hannah Arendt’in söylediği gibi, “İnsan, ancak başkalarıyla birlikte insan olur.” Bu, varoluşun toplumsallığını ve ilişkisel doğasını bize hatırlatır. Hiçbir benlik, kendi başına tamamlanmış değildir. Her insan, bir başkasının varlığıyla anlam bulur, derinleşir, sınanır.

 

Bir yaşam ustası, yalnızca kendi duygularını tanımayı değil; başkasının duygularına yer açmayı da öğrenmiştir. Empati onun için duygusal bir yetenek değil; ahlaki bir sorumluluktur. Başkasının acısını kendi içinden geçirebilmek, onun deneyiminde insan olmanın ortak zeminini görebilmek ustalığın bir parçasıdır.

 

Bu yüzden gerçek ustalar, yargılamaktan çok anlamaya yönelirler. Merhamet onlar için soyut bir kavram değil; gündelik hayatın içinden geçen bir duruştur. Simone Weil’in deyişiyle, “Merhamet, dikkatle başlar.” Usta insan, başkasına dikkatle bakmayı bilen, onun hikâyesine nüfuz etmeye çalışırken kendini kaybetmeyen kişidir.

 

Ustalık, yalnızca içe dönük bir gelişim değil; dışa dönük bir şeffaflıktır. Kendilik sınırlarını çizebilmek kadar, başkalarının sınırlarına da saygı gösterebilmektir. Bu da ancak derin bir benlik bilgisi ve olgunlaşmış bir duygusal yapı ile mümkündür. Kendi iç çatışmalarına yabancı olan biri, başkasının iç gerilimlerini de anlamakta zorlanır.

 

Usta bir insan, ilişkilerde sahip olmaya değil, tanıklık etmeye odaklanır. Bağ kurmayı, yönetmek değil eşlik etmek olarak görür. Sevginin içinde güç değil, açıklık ve yumuşaklık vardır onun için. Ve bu yumuşaklık, zayıflık değil; insan olmanın en güçlü tezahürüdür.

 

Yaşamı anlamlı kılmanın yollarından biri de, başka birinin acısına tanıklık edebilmektir. Sessizce, sahiplenmeden, müdahale etmeden… Sadece orada olarak. İşte bu da bir ustalıktır. Görünmez ama dönüştürücü bir ustalık.

 

Kendilik, Özsaygı ve Benliğe Giden Yol

 

Kendini bilmek yalnızca felsefi bir ideal değil, psikolojik bir zorunluluktur. Ancak bu bilme, başkalarının gözünden kendimizi okumakla değil; kendi içimizde yankılanan sesleri duymakla mümkündür. Erich Fromm’un dikkat çektiği gibi, modern insanın en büyük yanılgılarından biri, değerini dışsal ölçütlerle tanımlamasıdır. Başarıyla, onayla, görünürlükle… Oysa gerçek özsaygı, içsel sadakatten doğar. Kendine karşı dürüst olabilme cesaretinden.

 

Birçok insan, kendini sevmenin bencilce olduğunu düşünür. Oysa kendine muhabbet besleyemeyen birinin, başkalarını sahici biçimde sevmesi mümkün değildir. Çünkü sevgi, dışa değil önce içe yönelir. İçeride yoksa, dışarıda da samimiyetle sunulamaz.

 

Özsaygı, başkalarının beklentilerine boyun eğmeden kendi değerlerini sahiplenebilmektir. Bu, her zaman kolay değildir. Çünkü çocukluktan itibaren koşullu sevilmiş bireyler, kendi değerlerini hep bir başkasının terazisine bırakırlar. Ne kadar başarılıyım? Ne kadar güzelim? Ne kadar yeterliyim?.. Tüm bu soruların cevabı dışarıdan gelmeye başladığında, benlik de dışa bağımlı hale gelir.

 

Oysa özsaygı, kişinin kendi içinde kök salmasıdır. İçsel ihtiyaçlarını görmesi, duyması ve onlara şefkatle yaklaşmasıdır. Kendi sınırlarını koruyabilmesi kadar, kendi zayıflıklarını da sahiplenmesidir. Özsaygısı olan biri, kendiyle baş başa kalmaktan korkmaz. Sessizliğin içinde kaybolmaz; orada kendine yer açar.

 

Bu noktada şunu da unutmamak gerekir: Özsaygı, başkasının bize nasıl davrandığıyla değil, bizim kendimize nasıl davrandığımızla ilgilidir. Kendimize verdiğimiz değeri sürekli başkasının sevgisiyle doğrulamaya çalıştığımızda, kaçınılmaz olarak kırılırız. Çünkü hiç kimse, bizim ihtiyaç duyduğumuz şekliyle bizi sevmekle yükümlü değildir. Ve bunu fark etmek, incitici olduğu kadar özgürleştiricidir de.

 

Kendini seven biri, başkasının sevgisine ihtiyaç duymaz demek değildir bu. Aksine, kendini seven biri, o sevgiyi taşıyabilecek bir iç zemin oluşturur. Ve o zemin, ilişkileri daha sağlam, daha esnek ve daha gerçek kılar.

Mutluluk Bir Amaç Değil, Bir Yan Üründür

 

Mutluluk, çağımızın belki de en çok aranan, ama en yanlış anlaşılan sözcüklerinden biri. Pek çok insan, mutluluğu hayatın nihai amacı olarak görmekte. Oysa bu bakış, mutluluğun doğasını da kaçırır. Çünkü mutluluk, peşinden koşuldukça kaçan bir gölge gibidir. Onu yakalamaya çalıştıkça, daha da uzaklaşır. Freud’un deyimiyle, mutluluk bir tür “yan etki”dir; doğrudan hedeflenmez, yaşanır.

 

Mutluluğu doğrudan hedefleyen yaşam biçimleri, çoğu zaman haz peşinde koşan, anlık doyumlara odaklanmış yapılara dönüşür. Oysa gerçek bir doyum, anlamla buluştuğunda ortaya çıkar. Simone de Beauvoir’ın dediği gibi, “İnsan olmak, olmaya karar vermektir.” Bu karar; kolay olanı değil, hakikati seçmeyi; yüzeysel olandan değil, derin olandan beslenmeyi gerektirir. İşte bu seçim, mutluluğu değil, anlamı merkeze alır. Ve bu anlam, zamanla bir huzura, hatta sessiz bir neşeye dönüşebilir.

 

Hayatı anlamlı kılma çabası içinde olan biri, mutluluğu doğrudan hedeflemez. O, emeğini, üretimini, sevgisini, acısını, yalnızlığını ve düşüncelerini bir bütünlük içinde yaşar. Bu yaşama biçimi, bir memnuniyet hâli yaratır. Ve o memnuniyetin içinden doğan duyguya “mutluluk” demek daha doğru olur. O hâlde, mutluluğu bir sonuç olarak düşünmektense, onun bir yan ürün olduğunu kabul etmek gerekir.

 

Mutluluğun bu şekilde anlaşılması, bireyi daha gerçekçi ve daha özgür kılar. Çünkü bu anlayış, hayattan “sürekli iyi hissetmeyi” değil; hissetmenin kendisini kabul etmeyi önerir. Üzüntü, hayal kırıklığı, özlem, yorgunluk gibi duygular mutluluğa aykırı değil; onun zeminini oluşturan insani deneyimlerdir.

 

Yaşam ustalığı, bu duyguların arasında kaybolmadan, onları taşıyabilme becerisidir. Ve mutluluk, bu taşıyışın yan etkisidir. Usta insan, mutluluğu zorlamaz; yaşar. Çünkü bilir ki, mutluluk aramakla değil; anlamlı bir hayat kurmakla bulunur.

 

Yaşam Ustalığı – Kendilik, Cesaret ve Anlam Arasında Bir Yolculuk

 

Yaşam ustalığı, kusursuzluk değil; bütünlük arayışıdır. İnsan olmanın doğasında bulunan eksikliklerle, çelişkilerle, kararsızlıklarla barışmayı gerektirir. Bu ustalık, kişinin kendi yaşamının tanığı olabilmesiyle başlar. Başarıyla değil, tutarlılıkla ilgilenir. Sonuçla değil, süreçle. Hızla değil, derinlikle.

 

Bu yolculuk çoğu zaman dışardan görünmez. İçeride gelişir. İçeride çatışır. Ve içeride olgunlaşır. İnsan, kendi kırılganlığıyla karşılaşmadan başkasına dokunamaz. Kendi acısından utanmadan başkasının acısına şefkat gösteremez. Bu yüzden gerçek ustalık, başkalarının mükemmelliğine değil, ortak yaralılığımıza dayanır.

 

Romalı oyun yazarı Terentius’un yüzyıllar öncesinden gelen o yalın ve kapsayıcı ifadesi hâlâ yankılanır:

“İnsana dair hiçbir şey bana uzak değildir.”

Bu söz, yalnızca bir hoşgörü çağrısı değil; aynı zamanda insan olmanın ortak zeminine bir saygıdır. Kendini üstün görmeden, aşağıda da hissetmeden; yalnızca “ben de senin gibiyim” diyebilmenin inceliğidir.

 

Gerçek bir yaşam ustası, hayata dair her hâlin içinden geçmeye hazırdır. Acıdan, yalnızlıktan, belirsizlikten kaçmaz. Çünkü bilir ki bu duygular insan olmanın değil, insan kalabilmenin birer parçasıdır. Ve insan kalabilmek, çoğu zaman insanı “iyi” hissettiren değil; onu derinleştiren şeylerle mümkündür.

 

Kendilik, cesaret ve anlam arasında gidip gelen bu yolculukta, herkes kendi gölgesini taşır. Ama o gölgeyle dost olanlar, ışığı da daha sahici bir yerden görürler. İşte bu yüzden yaşam ustalığı, bir ideali gerçekleştirmek değil; kendi hakikatini taşımayı öğrenmektir. Sessiz, ağır ve derin bir taşımadır bu.

 

Ve ustalık, belki de en çok, “henüz tamamlanmadım” diyebilenlerde gizlidir.

 Cemre Bakır

Comments


bottom of page